İran’ın etnik Arap nüfusun yoğunlukta olduğu Huzistan eyaletinde başlayan gösterileri, 2018 Aralık ayında başlayan ve ülkenin pek çok bölgesinde hâlâ devam eden devlet ve hükümet karşıtı protestoların uzantısı olarak değerlendirmek daha doğru.
Temmuz ayı ortasında etnik Arap nüfusun yoğunlukta olduğu İran’ın Huzistan eyaletinde kuraklık ve su kesintileri sebebiyle başlayan sokak eylemleri ülke genelinde büyük yankı uyandırdı. Eyaletin yönetim merkezi Ahvaz başta olmak üzere Huzistan’ın diğer pek çok şehrinde gerçekleşen eylemlerin bastırılmasına yönelik güvenlik güçlerinin gerçekleştirdiği sert müdahaleler ve periyodik internet kesintilerinin akabinde İsfahan, Tahran ve Buşehr eyaletleri de destek gösterilerine sahne oldu. Tahran’da gerçekleşen destek gösterileri Ocak 2020 Ukrayna uçak kazasından sonra başkentte gerçekleşen en büyük sokak hareketi olarak tanımlanıyor. 24-25 Temmuz itibarıyla Huzistan eylemlerine bir destek de Türk nüfusun yoğun olarak yaşadığı Doğu Azerbaycan ve Kürdistan eyaletlerinden geldi. Tüm şehirlerde devam eden gösterilere devrim lideri Ali Hameney, sistem ve hükümet karşıtı sloganlar eşlik etti.
Modern İran tarihi bir protestolar tarihidir ve sokak eylemleri bu coğrafyanın siyasi kültürünün etkin bir parçasıdır. 1863 Tütün İsyanlarından bugüne kadar 1979 İran İslam Devrimi, 1999 öğrenci olayları ve 2009 Yeşil Hareket gibi her biri ülke çapında geniş yankı uyandıran ve çoğu zaman radikal ve/veya dönüştürücü siyasi sonuçlar doğuran büyük sokak hareketlerinintoplam sayısı onun üzerindedir. [1] 2021 Temmuz ayında gerçekleşen eylemlerin özellikle çoğunlukla etnik Arap, Türk ve Kürtlerin yaşadığı eyaletlerde yoğunlaşmış olması eylemlerin etnik kimlik temelli olduğuna ilişkin tartışmaların da yaygınlaşmasına yol açtı. İran sosyokültürel Fars kimliği modern İran devlet inşasının baskın bir unsuru olsa da İran esasında Orta Doğu’nun en fazla dilsel ve etnik çeşitliliğe ev sahipliği yapan ülkelerinden biri. Zannedilenin aksine, ülkedeki çeşitlilik, 20. yüzyıl boyunca ağır mezhepsel, dini ve etnik iç çatışmalar geçiren Irak, Suriye, Lübnan gibi ülkelerden çok daha fazla. Beş farklı dil ailesinden ondan fazla dilin konuşulduğu ülkenin siyasi tarihine zaman zaman ayrılıkçı hareketlerin eşlik etmiş olduğu da tarihi bir gerçek. Nitekim İran’ın bugünkü Batı Azerbaycan eyaleti sınırları içerisinde kurulan 1946-47 Kürt Mahabad Cumhuriyeti, bugünkü Doğu Azerbaycan ile Erdebil eyaletleri içerisinde kurulan 1945-46 Azerbaycan Milli Hükümeti ve 1999 yılından beri Huzistan’da İran’dan bağımsız bir Arap devleti kurma ideali güden Ahvaz'ın Kurtuluşu İçin Arap Mücadelesi Hareketi gibi oluşumlar bölgedeki etnik siyasi deneyimlerden bazıları. Dolayısıyla son günlerde yaşanan sokak hareketlerinin bu bölgelerde yoğunlaşmış olması, bölgelerin etnik siyaset mirası ışığında İran devleti eliyle yürütüldüğü öne sürülen sosyoekonomik ve kültürel temelli etnik ayrımcılığa karşı başlatılan bir toplumsal hareket olarak algılanıyor.
Öte yandan 2021 Temmuz ayı protestolarını 2018 Aralık ayında başlayan ve ülkenin pek çok bölgesinde hâlâ periyodik olarak devam eden devlet ve hükümet karşıtı protestoların uzantısı olarak değerlendirmek daha doğru. 2018 Aralık protestoları İran’ın şehirli, yüksek eğitimli orta sınıfı ve bu sınıfın öngördüğü siyasi ideolojik değişim ideali üzerinden değil, sınıflar ve siyasi ideolojilerin ötesinde en salt haliyle ekonomik refah, adalet, ülke sorunlarına etkin çözümler üretebilen güçlü bir devlet kapasitesi ve iyi yönetim talepleri ekseninde seyreden sınıflar ve ideolojiler üstü hükümet ve devlet karşıtı eylemlerdi. Huzistan, Kürdistan ve Doğu Azerbaycan gibi farklı etnik toplulukların yaşadığı eyaletlerde gerçekleşen eylemlerde dile getirilen talepler 2018’den beri ülkenin pek çok bölgesinde yinelenen halk talepleriyle büyük benzerlik gösteriyor. Zira İran’da ekonomik kaynakların dağılımı ve devlet hizmetlerine erişim meseleleri sadece etnik köken farklılığı gösteren İranlı vatandaşların yaşadığı bir durum olmaktan ziyade etnik toplulukların da yoğun olarak yaşadığı ve sınır bölge eyaletlerinin temel ortak problemi olarak karşımıza çıkıyor. Bu bağlamda son yıllarda İran’da yaşayan pek çok İranlı akademisyenin de dikkat çektiği insani gelişme endekslerine ve endekslerin bölgesel dağılımlarına bakmak önem arz ediyor.
İran’ın bölgesel insani gelişme endeksi trendleri
Orta Doğu ve Kuzey Afrika bölgesi insani gelişme trendleri bakımından önemli bölge içi farklılıklar gösteriyor. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın (UNDP) 2020 yılı verileri ve gelişmişlik kategorilerine göre, çok yüksek insani gelişme endeksine sahip bölge ülkeleri Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) (31), Suudi Arabistan (40), Bahreyn (42), Katar (45), Türkiye (54), Umman (60) ve Kuveyt (64). [2] Bu veriler, bölgede insani gelişim düzeylerini belirleyen temel faktörün ekonomik refah seviyelerini otomatik olarak yükselten hidrokarbon rezervleri olduğunu gösteriyor. Hidrokarbon zengini olmayan Türkiye, bölge trendinin dışında bir gelişim endeksi sergiliyor. Öte yandan doğal gaz rezervleri bakımından dünyada ikinci ve ham petrol rezervleri bakımından ise dördüncü sırada yer alan İran, insani gelişme endekslerinde 70. sırada yer alarak çok yüksek değil, yüksek insani gelişime sahip ülkeler kategorisinde yer alıyor. [3] Bu durum, İran ekonomisinin, yaşam kalitesi çok yüksek olan petrol zengini Körfez ülkeleri gibi petrole dayalı olsa da petrol zenginliğinin ekonomik gelişmişlik, yaşam kalitesi ve refah endekslerine yeteri kadar yansıyamadığını gösteriyor. Zira bölgedeki diğer petrol ülkelerinin aksine 82 milyonluk dev bir nüfusa sahip olan İran, 1979 devriminden beri uluslararası siyasi ve ekonomik izolasyon altında olduğu için petrol ve doğalgazın ekonomik faydalarını devşirmekte zorlanıyor, 2018 yılından beri uygulanan ağır ABD yaptırımları nedeniyle petrol ve gaz satışının ciddi ölçüde sekteye uğramasından dolayı zengin hidrokarbon rezervlerini yeterli nakde dönüştüremiyor ve elindeki kısıtlı nakdi de 82 milyonluk nüfusuna etkin ekonomi ve sosyal hizmet politikalarıyla eşit bir şekilde dağıtamıyor. Bu durum ise İran halkında geri kalmışlık, adaletsizlik, eşitsizlik hisleri uyandırarak özellikle 2018’den beri sokaklara daha sık taşan toplumsal bir öfkeye sebep oluyor.
İran içerisinde daha çok tartışılan konu ise İran’ın insani gelişme endeksinin bölgesel dağılımında gözlemlenen dengesizlikler. Bu konuda ilk çalışma 1999 yılında UNDP ile İran İslam Cumhuriyeti Planlama ve Bütçe Kurumu’nun ortak yayınladıkları 1999 İran İslam Cumhuriyeti İnsani Gelişmişlik Endeksi Raporu’nda ele alınıyor. Rapora göre 1988’de Irak Savaşı’ndan yeni çıkan İran, 1996 yılında insani gelişmişlik endekslerinin orta kategorilerinde yer almakla birlikte devrimin ilk 15 yılında iktisadi kalkınma, eğitim ve sağlık sektörü yatırımları açısından iyi bir ivme sergiliyor. [4] Buna karşın bölgeler arası gelişmişlik farkının yüksek olduğu ve bu konuda çalışmalar yapılması gerektiği vurgulanıyor. Nitekim 1996 yılında en yüksek insani gelişme seviyesine sahip eyaletler arasında Tahran, Kum, Semnan, Merkezi, İsfahan, Farsi ve Yezd gibi geleneksel Farsi eyaletler başı çekiyor. Öte yandan en düşük insani gelişme seviyesine sahip eyaletler Irak sınırındaki Kürdistan eyaleti ile Afganistan sınırındaki Sistan-Beluçistan olarak kayda geçiyor. Yaygın kanının aksine, 1980-88 İran-Irak Savaşı’nın altyapı ve insani kayıplar açısından en yorgun sınır bölgeleri olan Huzistan ve Kermanşah eyaletlerinin ise savaş sonrası dönemde diğer sınır bölgelerine nazaran daha iyi bir yapılandırma sürecinden geçirildikleri görülüyor. Nitekim insani gelişim endeksinde başı çeken yedi Fars eyaletinden sonra Kermanşah gelişmişlik sıralamasında dokuzuncu, Huzistan ise onuncu sırada yer alıyor. Buna karşın toplam yirmi sekiz eyalet içerisinde Türk nüfusun yaşadığı Doğu Azerbaycan on üçüncü, Erdebil ise on beşinci sırada yer alarak orta gelişmişlik seviyelerinde seyrediyor. Raporun ortaya koyduğu en önemli sonuç ise coğrafi olarak merkezden çevreye doğru açıldıkça İran’ın insani gelişme endekslerinde önemli ölçüde bir gerileme olduğu.
1999 yılında yayınlanan bu rapordan sonra pek çok İranlı akademisyenin bölgeler arası gelişmişlik seviyeleri üzerine çalışmalar yaptığı görülüyor.[5] Söz konusu çalışmaların en çarpıcılarından biri 2001 ve 2009 tarihleri arasında bölgeler arası insani gelişme seviyelerini karşılaştırarak hangi bölgelerin daha çok yatırım aldığı konusunda ipuçları sunan 2013 tarihli bir araştırma. Araştırmaya göre, İran devleti ülkenin güneybatısına ve körfez sınırında uzanan hidrokarbon zengini İlam, Huzistan, Buşehr ve Hürmüzgan eyaletlerine yatırım yapmayı tercih etmiş durumda.[6] Coğrafi olarak ülkenin merkezinde yer alan eyaletlerde gelişme görülürken, batı, kuzey ve doğu sınır bölgelerinde yer alan eyaletlerin insani gelişme endekslerinde ciddi bir ilerleme kaydedilmediği görülüyor. Rakamlar İran’ın Kürt, Azeri, Beluç ve hatta doğudaki Horasan eyaleti gibi Farsların yaşadığı, ancak petrol zengini olmayan tüm sınır bölgelerinde insani gelişmişlik endekslerinin merkez eyaletlere göre düşük olduğunu gösteriyor. Öte yandan yer yer etnik Arap toplulukların yaşadığı ve petrol zengini güneybatı ve körfez eyaletlerinin ise diğer sınır bölgelerine nazaran devletin desteğini daha çok aldığı görülüyor. Dolayısıyla İran’ın ekonomik gelişme endekslerinde gözlemlenen eşitsizlik meselesi İran’ın sınır bölgeleriyle örtüşme gösteriyor.
Bölgeler arası eşitsizliğin muhtemel sebepleri
İran’da bölgeler arası eşitsizliğin birbiriyle bağlantılı birden fazla sebebi mevcut. Ancak sebepler büyük ölçüde yapısal. Ya tarihsel süreçlerin uzantısı olarak ya da güncel meselelerin su yüzüne çıkardığı yeni keşfedilmiş yapısal sorunlar olarak karşımıza çıkıyorlar.
Modern devlet inşası süreci:
Oldukça geniş toplumsal çeşitliliğe sahip İran’ın, Kaçar Hanedanlığıyla başlayıp Pehlevi Hanedanlığıyla hız kazanan modern devlet inşası süreci diğer pek çok ülkede tanık olunduğu gibi sancılı geçen bir süreç. Bugün ülkenin merkezinde bulunan Fars eyaletleri pek çok eski Fars devletine ait büyük şehir merkezleri ve bu bölgelerdeki siyasi Fars birliği pek sekteye uğramadan merkeziyetçi hanedanlıklar tarafından devam ettirilebilmiş. Dolayısıyla bugün İran’ın coğrafi olarak merkezinde bulunan Tahran, İsfahan, Yezd gibi Fars eyaletlerinin yerleşik düzen altyapısı bakımından diğer bölgelere nazaran tarihsel bir avantaja sahip olduğunu görüyoruz. Öte yandan Azerbaycan, Horasan, Kürdistan gibi bölgelerin merkezle ilişkileri tarihsel olarak Fars imparatorluklarının coğrafi genişleme ve daralma süreçleri, sınır devlet işgalleri ve özerk hükümet kurma deneyimleri sebebiyle yer yer sekteye uğramış. Benzer şekilde merkezden çevreye doğru açıldıkça çeşitli etnik grupların tarihsel olarak çoğu zaman yerleşik düzene oturmayan aşiret yapıları halinde yaşamış oldukları görülüyor. Özellikle batı eyaletlerdeki etnik aşiret yapılarının merkezi devlet sistemine entegrasyonunun Rıza Han döneminde ciddi bir siyasal sorun olduğu biliniyor. Milli devletlerin revaçta olduğu bir dönemde bu derece farklı kimlikleri ve yaşam şekillerini bir araya getirip tek bir modern devlet kurma çabası gösteren modern İran’ın coğrafi olarak merkezden çevreye doğru açıldıkça “güvenlikleştirme siyasetini” de artırdığı gözlemleniyor. Pehlevi monarşisi ve İslam Cumhuriyeti’nin ortak noktası, modern devlet inşa süreçlerinde benimsenen bu güvenlik devleti anlayışı. Bu sancılı devlet inşa sürecinin, sınır güvenliğini sağlama adına uygulanan ağır askeri politikalar, sosyokültürel haklar ve zorunlu iç göç gibi konularda bölge halklarının tarihsel hafızasına olumsuz izler kazıdığını söylemek mümkün.
Evrensel ortak varlıklar ve küresel krizler:
Küresel iklim krizinin dünyada en fazla hissedildiği bölgelerden biri Orta Doğu. İklim, çevre ve su gibi evrensel ortak varlıklar, dünyanın her yerinde olduğu gibi Orta Doğu bölgesinde de ülkelerin ortak kullanımına açık ve bu ülkelerin ortak sorumluluğunda. Bugün Mısır, İsrail, Filistin, Irak ve İran’da yaşanan çevre felaketleri, kuraklık ve su sıkıntıları bu ülkelerle sınırlı kalmıyor ve ülkelerin bu evrensel ortak varlıklar sorununa yönelik yaptığı herhangi bir politika komşu ülkelerin özellikle sınır bölgelerinde ciddi etkiler gösterebiliyor. Sadece çevre ve su sorunları değil, Kovid-19 salgınlarının sınır bölgelerinde artış göstermesinin sebebi de sınır bölgelerindeki geçirgenlik ve sınır komşusu olan ülkelerin politikalarının sınır ötesini doğrudan etkileme gücü. Bununla birlikte evrensel ortak varlıklar çerçevesinde yaşanan küresel krizlerin son iki yılda ifşa ettiği en büyük hakikat, bölge ülkelerinin devlet anlayışları, kurumsal altyapıları ve kaynak kullanım stratejilerinin bu sorunlara çözüm üretebilecek form ve kapasiteye sahip olmaması. Bu bağlamda İran’ın çevre, su ve salgın krizlerinin çözümüne ilişkin mevcut kısıtlı kaynaklarını kullanırken seçici bir tavır sergilediği halk tarafından sıklıkla dile getiriliyor. Bazı merkezi şehir ve bölgelerin en temel su, sağlık ve elektrik gibi hizmet ihtiyaçlarına öncelik verilirken çevrede kalmış sınır bölgelerinin bu hizmetlerden daha az faydalanabilmesi toplumsal öfkeyi tetikleyen bir faktör olarak karşımıza çıkıyor.
Maksimum baskı politikası:
İran’ın vatandaşa hizmet götürme ve temel ihtiyaçları karşılama konusundaki devlet kapasitesinin mevcut yetersizliğini körükleyen en önemli unsur ise şüphesiz maksimum baskı politikası. Maksimum baskı politikası sebebiyle zengin hidrokarbon kaynaklarını nakde çeviremeyen İran, tüm dünyayı ve bölgeyi etkisi altına alan çevre, su ve salgın sorununa karşı yenilikçi mekanizmalar üretmekte de zorlanıyor. Zira bu mekanizmaları üretebilmek için yeni teknolojik bilgi ve altyapı inşası gerekiyor. Dünyadan ekonomik ve siyasi olarak daha da izole edilmiş bir İran açısından bu teknoloji transferini gerçekleştirmek için gerekli nakdi kaynaklar ile bilim adamı mobilitesi yetersiz. Dolayısıyla İran söz konusu sorunların çözümüne yönelik altyapısal, teknolojik ve bilimsel güncellemeleri yapamıyor, elindeki kısıtlı su, aşı, elektrik gibi imkanları vatandaşa düzensiz bir dağıtım sistemiyle ulaştırmaya devam ediyor. Oysa halk taleplerinin çözümsel karşılığı devlet kapasitesinin geliştirildiği ve kurumların iyi işlediği “iyi yönetim” kavramında yatıyor.
İran’ın devrimden beri hem iç hem de dış politikada izlediği ve hayatın her alanına sirayet etmiş bulunan ideolojik güvenlik devleti politikasının ekonomik maliyeti İran halkının gözünde çok ağır. İran halkı eski Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin 2018 yılı bütçe tartışmaları sırasında devlet bütçelerinin çok büyük bir kısmının dini kurumlar, vakıflar ve devrim muhafızlarının bölgesel askeri harcamalarına ayrıldığını ifşa etmesi üzerine “Ne Irak ne Lübnan, canımız sadece İran’a feda” sloganları atarak sokaklara dökülmüştü. Bugün Huzistan, Tebriz ve Tahran gibi birbirinden apayrı bölgelerde sokaklara dökülen halk yine benzer sloganlarla kısıtlı devlet kaynaklarının kullanımını sorguluyor; bölgesel adalet, refah ve kalkınma talebini yineliyor.
İran İslam Cumhuriyeti 2018’den beri İran genelinde devam eden halk hareketlerini ciddiyetle takip ediyor. Cumhurbaşkanlığı seçimleri adaylık süreçlerinin de gösterdiği üzere sistemin reform gerekliliğinin farkında olduğu ancak bu süreci reformculara değil muhafazakarlara emanet etmeyi tercih ederek krizden “kontrollü” bir çıkış yolu bulmaya çalıştığı anlaşılıyor. Yolsuzlukla mücadele ve adalet vurgusuyla iş başına getirilen eski yargı erki başkanı İbrahim Reisi’nin cumhurbaşkanlığı boyunca ilgiyi dış politikadan iç politikaya yönlendireceğini öngörmek mümkün. Bu bağlamda İran, ABD ve İsrail gibi geleneksel düşman addettiği ülkelere karşı güvenlik devleti siyasetini devam ettirirken bölge ülkelerine karşı eylemsel ve söylemsel düzlemde daha az çatışmalı ve daha çok işbirlikçi bir tutum sergileyebilir. İran, nükleer anlaşmaya ek olarak görüşülmek istenen balistik füze ve Şii milisler konularını ABD ve küresel aktörlerle değil, bizzat bölge ülkeleriyle çözümlemek istediğine yönelik bir imaj çiziyor. Bu bağlamda geçtiğimiz hafta Suudi Arabistan ile başlatılan diplomatik yakınlaşma süreci İran’ın yeni bölgesel tutumunun ilk sinyali olarak değerlendirilebilir.
İran’ın dış güvenlik mevzularından seçici olarak geri çekeceği ilgi, vakti ve kaynağı iç siyasette devlet kapasitesinin artırılmasına yönlendirmesi beklenebilir. Devrim rehberi Ayetullah Hameney’in direktifiyle, muhafazakâr Reisi hükümetinin kontrolünde devlet kurumlarının işleyişine yönelik kurumsal bir reform ile İran ekonomisinin yeniden yapılandırılmasını hedefleyecek bir ekonomik reform süreci başlayacak gibi görünüyor. Önümüzdeki zamanlarda İran siyasetini şekillendirecek temel tartışma, İranlı reformcuların elinden alınarak sistem tarafından yeniden tanımlanacak ve tasarlanacak olan bu yeni reform süreci olacaktır.
[İran dış politikası, güvenlik ve askeri kültürü, Orta Doğu’da Şii jeopolitiği ve Direniş Ekseni konularına odaklanan siyaset bilimci Dr. Ezgi Uzun Sabancı Üniversitesi öğretim görevlisidir]
|